Tuz-Ekmek Hakkı - Edebiyat Bende

Tuz-Ekmek Hakkı




"İyen duzun urar" (Yediğin tuz çarpar)
Sen bana bir kötülük yaparsan, yediğin tuzdan dolayı yaptığın kötülük sana geri döner. 
Yaptığın kötülüğün aynısı senin başına gelir. 
(Türkmen Deyimi)






- Budunun kaderi senin ellerinde. Acele et.
- Peki, ne gördünüz? Kağan benimle konuşur mu?
- Ekmek ve tuz alıp git, konuşmak zorunda kalır. ...

Mürdüm (syf.67)
Osman Karatay



*

Türk Kültür ve Edebiyatında Tuz ve Tuz-Ekmek Hakkı.


İngilizcesi “salt” olan tuzun, Türkçedeki gibi “tat” anlamına da geldiğini ve “the salt of the earth”deyiminin de “dünyanın tadı tuzu olan iyi insanlar” demek olduğunu belirtmekte fayda vardır. Chambers sözlüğü aynı deyimi “a consistently reliable or dependable person” (güvenilir kimse) şeklinde karşılamaktadır.


Tuz, yalnızca Anadolu Türklerince kıymetli görülmemiş, Kırgız Türkleri de “eğer yalan söylüyorsam beni tuz vursun” diyecek kadar tuzu kıymetlendirmiş ve onun üzerine ant vermişlerdir.


Anadolu efsanelerinde adı çokça geçen Karakoyun efsanesinde ve Sabahattin Ali’nin Hasan Boğuldu isimli hikâyesinde tuzun bir sınama aracı olarak geçtiğinihatırlatalım. Kızılırmak - Karakoyun’da, kızını çobana vermeği gururuna yediremeyen ağa, çok büyük ve zor bir şart koşar. Buna göre sürünün tüm koyunları, üç gün üç gece tuz yiyecekler ve dördüncü gün,tüm köyün gözü önünde, derenin bir kıyısından diğer kıyısına bir damla su içmeden geçeceklerdir. Hasan Boğuldu’nun ova köylüsü Hasan ise dağ kızı Emine’yi almak için “kırk has okka tuz”u Yüksekoba’ya çıkarmak zorundadır.


Türk ve İran kültüründe oldukça geniş ve önemli bir yeri bulunan tuz, yine iki toplumca kutsal vedeğerli kabul edilen “nân” (ekmek) la birleşmiş ve nân u nemek (tuz - ekmek) hakkı günümüze kadar gelmiştir.


Ekmek, özellikle Türkler için oldukça aziz bir gıdadır. O kadar ki Ferit Devellioğlu’nun “gördüğü iyiliği unutan, tuz ekmek hakkını bilmeyen” olarak karşılık gösterdiği nankör kelimesi, “nân ve kör” kelimelerinden türemiştir ve “yediği ekmeği görmeyen” anlamına gelir. Nan kelimesiyle teşekkül eden terimlerden bir tanesi de “nan-bahâ”dır ki “ Osmanlı Devleti’nde ekmek hakkı olarak bazıdevlet memurlarına verilen para” olarak kayıtlara geçmiştir.


Tuz-ekmek hakkının teşekkülü Şükrü Elçin’e göre şu şekildedir:

“Birbirlerini tanımayan iki kişi bir münasebetle birbirlerinin ekmeklerini, yemeklerini yerler. Aynı sofradan alınan nasiple ikram edilenin minneti, onlara bütün bir ömür unutulmayacak  samimiyetin ve dostluğun kapılarını açar. Bu samimiyet ve dostluk onları bir kalp yapar. Artık birbirlerine kötülük edemezler. Karşılıklı itimadın ve civanmertliğin asil bir örneği olan bu ruh ve fikir birliği bir “yemin” hükmünde ve değerindeki hüviyetiyle kutsallaşır.” İşte aynı sofradan yenilen “tuz ve ekmek”, artık aradaki dostluğun bir nişanesi ve bu dostluğun bozulmaması için içilen bir ant hâlini alır. 


Ciğerdelen isimli romanında Rumeli serhatlerinin maceralarını işleyen Safiye Erol da akıncılara tuz ve ekmeğe el vurdurmuştur: “Hepsi de kılıca, Kur’ân’a, tuza ekmeğe el vurarak ant içmişti: “Cümle kırılırız, Ciğerdelen’i vermeyiz!”


Kaygusuz Abdal da Hz. Peygamberin hoşnutluğunu kazanmak için tuz-ekmek hakkını inkâr etmemek gerektiği kanaatindedir: “Tuz ekmek hakkını sakla iy Safâ, Tâ ki hoşnut ola senden Mustafâ ”


“Getirir yerine vallâhi tuz ekmek hakkın Ekmek isterse yarama ol yâr nemek” Aşkî (O sevgili eğer yarama tuz ekmek isterse vallâhi tuz ekmek hakkını yerine getirir.)


Görüldüğü üzere “ekmek” sözü tevriyeli kullanılmakta ve “yaraya tuz ekme”nin ıstırabı, yanihazzı arttıracağı söylenmektedir.

Ramazan-nâme’nin Nasihat Faslı’nda karşımıza şöyle bir mâni çıkmaktadır: “Gûş eyle bu nasihati, Bulasın sen de râhatı, Tuz ekmek yediğin yere, Etme sakın hıyâneti.”



“Tuz ekmek hakkı bilmeyen kör olur.” (Atasözü)


Tuz ve ekmeğe gösterilen saygı ve atfedilen kutsiyet, yalnızca Anadolu Türkleriyle sınırlı değildir. Meselâ Türkmenler, sosyal hayatın en küçük ve en önemli birimi olan ailenin teşekkülünde bu inanışı çok orijinal bir biçimde aksettirmektedirler. Durmuş Tatlılıoğlu,Orazbey Orayev’den naklen ve bahsimizle alâkalı olarak Türkmenlerde kız isteme âdetlerini şöyle anlatır:


“Türkmenlerde kız istemeye gidenlere “gözü pamuklu”, “gudacı, dünürcü” deniliyor. Beyaz şey iyiliktir diye, göz kapaklarına pamuk yapıştırıyorlar, bu ırım, genelde kabul edili puygulanmaktadır. Guda (hısım) olunacak veya akraba olunacak eve tuz, çörek götürmek, Türkmen ırımlarında, halk inanışlarında vardır. Ayrıca kendi evlerinden dönerken kız evinden tuz ve ekmek  götürürler, böylece onların tuz ve ekmeğinden yiyorlar. Bunun mânâsı “Biz size guda olmaya geldik, akraba olmak istiyoruz” demektir. Oğlanın annesi savcılarla kız evine gittiği zaman yağlık (eşarp) ile evin eşiğini, girişini süpürür. Bunun anlamı, “Biz size akraba olmak, kızınızı nişanlamak istiyoruz” demektir. Savcılar, yani dünürcüler, kız evine ikinci gittiklerinde tatlı yiyecek maddeleri götürürler “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım, birbirimizi kırmayalım” diyorlar. Son gittikleri zaman pişmiş et götürürler. Ekmek rızkın bol olmasına, zenginlik ve varlıklı yaşamaya; tuz, samimiyete, dostluğa; şeker, tatlı, uyumlu olmaya, et de bu işin pişirilerek bittiğine işarettir. Eğer verilen, götürülen hediyeler alınırsa ve yenirse gönüllü oldukları anlaşılmaktadır.”


Bir tarihî romanda, yazarın söylediklerinin ne kadarının kendisinin tasarrufu olduğu, ne kadarının tarihî ve sosyal gerçeklerin yansıması olduğu tam kestirilemese, en azından bunu tespit için çok dikkatli ve külfetli bir tarih ve üslûp araştırması yapmak gerekiyorsa da tarihî romanlar, genellikle işlediği devir ve kahramanların gerçek hüviyetlerini verir. Bu itibar ve ihtiyatla, bir tarihî roman olan Osmancık’tan öğreniyoruz ki Osmanlı Devleti’nin kurucusu, Ertuğrul Gazi oğlu Osman Bey ve arkadaşları da tuz-ekmeği saymışlar, çevrelerindeki yabancıları ve düşmanları bu sağlam dostluk anlayışlarıyla kendilerine ısındırmışlardır. Tarık Buğra, romanda bir Rum olan Mihail Kosses’in, Osman Bey’in kendisini niçin iki defa kurtardığını anlayamadığını anlatırken aynen şu ifadeyi kullanır: “ Mihail Kosses’in canı, malı mülkü Osman’a - Osman Beğ’e ne? Osman’ın - ve yoldaşlarının - yeri geldikçe söyledikleri bir sözü hatırlıyor: “Tuz-ekmek hakkı... paylaştığımız hoş zamanların hakkı.. söylediğimiz güzel sözlerin hakkı.”


Yakın dönem şiirimiz ve kültür hayatımızda, hatta günümüzde de “tuz-ekmek”in mevkiini koruduğu, en azından bir çeşni olarak eserlerde yer aldığı göze çarpmaktadır: Orhan Veli’nin;“  Eve ekmekle tuz götürmeyi, Böyle havalarda unuttum” şeklindeki mısraları bunun net bir göstergesidir.


Tuz ve ekmek, çeşitli durum ve hadiselerle bugün de değerini koruduğunu göstermektedir. Örneğin, bazı yörelerde kaza atlatan bir kişi “iki adet ekmek ve bir miktar tuzu” dul bir kadına sadakaolarak vermekte, yine kazadan ve üzerine gelen felâketten zarar görmeyen kişinin “başının üzerinde tuza bandırılmış ekmek döndürülmekte ve bu ekmek darbe alan bölgeye sürülmektedir.” (Tabiî tuzlu ekmeğin yaraya sürülmesi, tuzun birtakım tıbbî tesirlerini de düşündürmektedir). Görüldüğü üzere, zengin kültürümüzün önemli sayılabilecek yapıtaşlarından birisi olan tuz ve ekmek, mazimizin hemen her devrinde kıymetini korumuş, destanlardan dinî hikâyelere, halk şiirinden klâsik şiirimize, modern şiirden hikâye ve romana kadar edebiyat dünyamızın her şubesinde ifadesini bulmuştur. Tanpınar, kültürü “bir devam meselesi olarak” alır. Ona göre formül, “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek”tir.



Türk Kültür ve Edebiyatında Tuz ve Tuz-Ekmek Hakkı /PDF
Mehmet Samsakçı



*


Tuz Kitabı
Tuz - Duz - Tus - Dus - Toz - Tavar (Çuv)


Altaylarda tuz bulunmuyor, tuz çok kıymetli bir şey; çok uzaklardan çok meşakkatli yollar kat edilerek Altaylara getiriliyor. Daha doğrusu tuz getirmeye gidenler açlıktan, susuzluktan, soğuktan yolda helak olup geri dönemiyorlar. Tuza gidip de dönen yok gibi. Bu sebeple de gözden çıkarılan yaşlıları tuza gönderiliyorlar. Altay Türkçesinde tuskn bar- (tuz getirmeye gitmek) deyimi "ölmek" anlamına geliyor.


Tuz, Romalı askerlere ücret olarak verilmiş, tuz dağıtımı olarak yapılan bu ödemenin Latincedeki adı 'salarium'. İngilizcede 'tuz ödemesi' anlamına geldiği halde bugün sadece 'ücret' anlamında 'salary' kullanılıyor. Bizdeki 'pahalı' anlamına gelen 'tuzlu' sıfatı da bir kıymet ifadesinden kaynaklanıyor.





Kutadgu Bilig:
Negü tir eşitgil közi tok kişi
Tuz etmek idisi akı er başı (KB 1191)
(Gözü tok, başkaları üzerinde tuz ekmek hakkı olan cömertlerin namlısı ne der dinle."


Kişilik kılığlı inançlığ akı
Tuz etmek hakkı tip öter er hakkı (KB 2321)
(İnsanlık yapan, itimat kazanan ve cömert olan insana tuz ekmek hakkı diye, askerler bunun hakkını öderler.)




Bir Kıpçak Türkçesi metni olan Sarayı'nın Gülistan Tercümesi'nde "tuz" kelimesi, 
Kutadgu Bilig'deki gibi yine "tuz ekmek" ikilemesi ile karşımıza çıkmaktadır:



Tuz itmekni unutmas kelb kere yüz,
Kovar bolsan yana kaytarmas ol yüz. (GT 349t1-2)
(Tuz ekmek hakkını, yani minnet borcunu, köpek bile unutmaz, ki yüz defa kovsan dahi yine senden yüz çevirmez.)


Türkmen örf ve adetlerinin ve halk inanışlarının da: 
Değerli misafirler daima duz-çörek 'tuz-ekmek' ile karşılanır. Eve gelen misafire ilk uzatılan şey tuz ve ekmektir. 


Türkmen atasözü : 
"Duzdan ulı bolmak" (Tuzdan büyük olma, büyüklenme)
Misafir yemeğe kalmadan gitmek isterse, bu onun büyüklendiği anlamına gelir ve çok ayıptır. Oysa, tuz en büyüktür, onu bırakıp gitmek olmaz, tok bile olsa yemeğin tuzunu tatmalı, tuzundan aylanayım diye azıcık da olsa yemelidir.


Türkmen Deyim: 
"İyen duzun urar" (Yediğin tuz çarpar)
Sen bana bir kötülük yaparsan, yediğin tuzdan dolayı yaptığın kötülük sana geri döner. 
Yaptığın kötülüğün aynısı senin başına gelir.


Eskiden Altaylılar tuzlu yemeği sevmezlerdi. Diğer yandan, çay demlenirken içine tuz atarlar. Gök Tanrı, Altay Tanrısı ve Ateş Tanrıçasına sunulan yemeklerde tuz yer almamıştır. Ölüm törenlerinde ölen kişinin ruhu için az miktarda tuzsuz yemek yapılır. bu yemeği ölen kişinin ruhunun yiyeceğine inanılır. Tuz yeraltı dünyasına aittir, bu sebeple kişi öldüğü zaman "tuz almaya gitti" denilir.


Türk geleneğinde çocuklar doğunca kokmaması için tuzlanır. Mehmet Eröz Yörükler kitabında, Yörük aşiretleri bebeğin doğumundan sonraki ikinci günde tuzlu suyla yıkandığını, Kazak Türklerinin de bebeği doğumla beraber kırk gün tuzlu suyla yıkadıklarını yazar.



Yunus Emre şiirlerinden:
Şükür bu deme geldük dostları bunda bulduk
Tuz ekmek bile yidük ışk demin oynar iken.

Dostlar gel esenleşelim
Tuz ekmek helallaşalım.

Ekmek yiyüp tuz basmak ol namerdler işidür
Ekmek anı konmaya tuzun hakkı var ise.


Kırgız Türkleri : 
Eğer yalan söylüyorsam beni tuz ursun (vursun).


Alevi-Bektaşi inanışlarında da tuz ayrı bir yer tutmaktadır. Dini törenlerde yemeğe tuz ile başlanmakta ve yemek tuz ile bitirilmektedir.


Yemeğe başlamadan, yemeğin tadına bakmadan tuz dökmenin, aramızdan bazılarının yaptığı veya çoğumuzun farkında olmadan yaptığımız "Türklerin sünneti" olarak nitelenen davranış da akla gelmektedir.


Örneğin Moğolların ve Sibirya Türklerinin yemek pişirilirken tuz kullanmamaları, yedikleri lokmalara tuz sürmeleri...



Azerbaycan Atasözü: 
Yemeğin tadı tuzdadır, dünyanın tadı gözde.

Azerbaycan Deyimleri: 
Duzsuz adam (vefasız kişi) , Bu tuz hakkı (yemin ederken), Elinin duzu yok (Bir kişinin yaptığı fedakarlığa rağmen yakınlarından vefasızlık gördüğünü ifade etmek)


Sofraya önce tuz gelir ve en sonda da tuz kaldırılır.


Dede Korkut Kitabı'nın 12. boyunda Taş Oğuz beyleri Beyrek'ten Kazan'a düşman olmasını istedikleri zaman Beyrek kabul etmez ve "Kazana men asi olmazım" diyerek ant içer:


Men Kazan'ın nimetini çok yemişem,
Bilmez isem gözüme tursun.
Kara koçta kazılık atına çok binmişem,
Bilmez isem mana tabut olsun.
Yahşı kaftanların çok giymişem,
Bilmez isem kefenim olsun.
ala bargah otağına çok girmişem,
bilmez isem mana zindan olsun.
Men Kazan'dan dönmezem bellü bilgil.

(Beyrek'in, Kazan'dan gördüğü iyiliklerin başında 'yediği nimeti' vurgulaması dikkat çekmektedir. Zira birçok diğer metinlerde de tuz 'nimet' kavramı ile özdeşleştirilmektedir.)



Kırgız Türklerinin Manas Destanı:
Temir Han adlı bir han varmış,
aşa katacak tuzu varmış.
bir de Kanıkey adlı bir kızı varmış,
Zırhını giyince boyu onunla birmiş.
Ol Kanıkey denen kız da
oğlum Manas'a denk imiş,
Kanıkey'i istemeğe geldim. (III:73/738-744)

Elçiye zeval olmaz,
kız isteyene hakaret olmaz,
ben de Kanıkey'e geldim,
onu istemeğe geldim.
Tadar mısın sen bu tuzu
verer misin Manas'a kızı? (III:75/834-839)


Altay Türklerinin Alıp-Manaş Destanı:
Ak-Kağan'ın zoruyla
Altay yerini bırakıp
Çaresizce gelenler
Yad elde kıynalanlar
Ak mallarınızı alıp
Geri yaylanıza dönün
Aşlı-tuzlu Altay'ınıza
Tekrar hepiniz dönün. (219/1508-1515)


Tatar Türklerinin Edigey Destanı:
İdil sırtı Sarı Dağ
İlimin yerleşen yurt idi.
İlimi yurda koymadın
İdil'i iki geçirttin
Orada da onu koymadın
Kuru sap, tuzlu arazi,
Kula renk çöle getirdin,
Kumkent denen şehrimi,
Kuma döküp bitirdin! (I:40/275-283)


Battal Gazi destanında tuz motifine rastlayamadık ama Behçet Kemal Çağlar'ın "Battal Gazi Destam"e adlı eserinde tuz birkaç yerde geçmektedir. "Alparslan'ın Düşü" başlıklı bölümünde Alparslan rüyasında gördüğü ve kendisine "Akdeniz'e yürü!" demek isteyen ere, adamlarınınn yetersizliğini şöyle belirtir:


Bak hazırım ben can ile ser ile
Tuz biber olmaya yetmez bu aşa
Ne edeyim bu bir avuç er ile!


Karagöz ve Ortaoyunu'nda sahnenin sonunda, yani işler karıştığında nara atarak meydana çıkıp olayları tatlıya bağlayan, iyilerin yanında, kötülerin karşısında olan, insanlara doğru yolu gösteren; fakat sert ve kaba davranışlarıyla etrafa korku saçan Tuzsuz Deli Bekir, kabadayılığı ve sarhoşluğuyla tanınır. Deli Bekir tuzsuzdur, yani tatsızdır; çünkü hareket ve konuşmalarıyla çevresini rahatsız etmekte, etrafına tat vermemektedir.



Tuzsuz : Hey gidi kahpe felek hey! Beni yine kalaysız tencerede kavur kavur kavurdun.
Karagöz: (İçeriden) Aşağıda bir ses var. Hele dur bakalım kimdir o? (Pencereden bakar) Oooo! rakı tellalıymış.
Tuzsuz: Çoban köpeğinin pencereden insan gibi baktığını görmedim, fino köpeği olsa münasebet alır.
Karagöz: Çoban köpeği babandır, ağzını topla.
Tuzsuz: Vay! Sen adam mısın?
Karagöz: Hayır, bostan korkuluğu.


Masal

Padişahın üç oğlu varmış. Beni ne kadar seviyorsunuz diye sorunca; Büyük oğlu dünyalar, ortanca oğlu yıldızlar kadar deyince sevinmiş. Küçük oğluna sıra gelince tuz kadar demiş. Padişah sinirlenmiş ve oğlunun öldürülmesi için emir vermiş. Ancak askerler şehzadeye acımış ve onu serbest bırakmışlar. Şehzade yaşlı bir kadının kulübesinde yaşamaya başlar. Aradan aylar geçer şehirde büyük bir kalabalık vardır, sebebini yaşlı kadına sorar. O da ülkeye, bir kuşun başa konmasıyla padişah seçeceklerini söyler. Kuş serbest bırakılır ve şehzadenin başına konar. Halk şehzadenin yabancı olmasından dolayı kabul etmez, olayı tekrar ederler. Kuş yine şehzadenin başına konar, halk ta onu padişah olarak seçer. Aradan yıllar geçer, şehzade ziyafet verir. Yemeklere tuz koydurtmaz ve babası ile kardeşlerini de davet eder. Babası yemeği yerken yüzünü buruşturur ve sizin ülkenizde tuz bulunmaz mı, diye sorar. Şehzade cevap verir, bulunur ama sizin tuzu sevmediğinizi duydum, der. Babası, tabiki severim, çok severim, der. Şehzade, ama siz oğlunuzu sizi tuz kadar seviyorum dediği için öldürtmüştünüz, deyince babası onu tanır ve af diler.



Karacaoğlan:
Yeni geldi Arap atın sökünü
Seyir eyle sağa sola bükeni
Helal edin tuz ekmeğin hakkını
Varamıyom beni burda eyler var.


Aşık Kerem:
Tuz ekmek yediğim kavim kardeşler
Nedir bu feleğin ettiği işler
gözümden akıttım kan ile yaşlar
Gelin helallaşın ben gider oldum.

Ararsan var kalbin ara
İller sana der göre
Tuz ekmek yediğin yere
Hıyanetlik etmek olmaz.


Pir Sultan Abdal:
Bir kardaşa meyil verip
Tuz ile ekmeğin yiyip
Azıcık noksanın görüp
Tez başına kakma gönül.

Talibin özünü halleyle pişir
Bu meydana çiğden lokma gelir mi
Üstat nazarında tuzlanmayınca
O lokmada lezzet karar olur mu.


Dadaloğlu:
Yüce dağ başında kar var buzunan
Yaktın beni ağda ile nazınan
Yaremi doldurdun ince tuzunan
Üstüne de biber ektin öl deyi.


"Ay sana ohşar velikin ol savuğdur sin melih, Fark köptür niçe kim bolsa müşabih tuz u muz." [Tuz ile buz her ne kadar (birbirine) benzese  (de) fark yoktur. Ay sana benzer, ancak o soğuktur sen (ise) melih.] Şekil ve renk benzerliği olmasına rağmen, Ali Şir Nevayi sıcaklık ve soğukluk bakımından tuz ile buz arasındaki farkı vurgular.


Tuzlug (tuzluk) sözü, Eski Türklerde türlü anlayışların karşılığı olarak kullanılmıştır: 'tuzlu', çorbaya terbiye amacıyla katılan yoğurt', 'tuz kabı'.


Bahaeddin Ögel 'tuz kabı' anlamında eski kaynaklarda bir deyim bulunmadığını, tuzluk sözünün çok sonraları Osmanlı ve Çağatay kültür çevrelerinde tuz kabı olarak kullanıldığını söyler. 11.yy'da Oğuzlar su kapları ile kase ve buna benzer kaplar için yaygın olarak çanak derlerdi. Kaşgarlı Mahmud Türklerin ağaçtan oyulmuş tuzluk veya tuzluğa benzer kaplar için de çanak dediklerini söyler. böyle dolaylı bir yol ile Eski Türklerin ağaçtan yapılmış tuzlukları hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Ağaçtan tuz kabı yapma yolunun Eski Türklerce seçilmesinde rutubet ve nemlenmenin büyük rolü olsa gerekir. Asma kabağından yapılmış tuz kaplarına Anadolu'da 'tusuyluk' denmekteydi. 


Bir İran atasözü; 'Misafirliğe gittiğinde ev sahibinin tuzluğunu kırma', yani misafirperverlik sembolünü bozma öğüdünü veriyor.



Tuz Kitabı
derleme Prof.Dr.Emine Gürsoy 



*


Yarı İskit olan Demosthenes:


"Hatırlaman için söylüyor, şehrin tuzu ve devlet masasıdır, onun en çok saygı duyduğu - ki şehirde doğmamış, vatandaşı değildir - ne de bize yakın - bu sebeple çıkıyorum."


"For you remember he says1 it is the salt of the city and the table of the state for which he has most regard—he, who is no citizen born—for I will out with it!—nor akin to us."


Aeschines, annesi tarafından bir İskit olan Demonsthenes'i protesto eder. Demosthenes Makedonya dönüşünde Aeschines'in büyükelçi arkadaşlarına saldırmasını saygısızlık olarak görür. Birlikte masaya oturan erkekler birbirlerine arkadaşça davranmalıdır. Demosthenes buna "resmi bir masada oturup beraber yemek yiyen üst düzey yetkililer, yanlış yapana dokunulmazlık vermez" diye cevap verir. Diğer görevliler onu cezalandırmakta özgürdür. Halka açık masa suçluyu kendi memurlarından korumuyorsa, bir grup büyükelçinin masa ve tuzun da, Demosthenes'e saldıran Aeschines'i de korumamalıdır.



Aeschines, On the Embassy/link

"Aeschines had protested that Demosthenes, in attacking his fellow-ambassadors on their return from Macedonia, was violating the common decencies of life, which demanded that men who had sat at table together should treat one another as friends. Demosthenes replied that the table and the salt, even, in the case of the prytanes and other high officials who ate together at a common official table, gave no immunity to the wrongdoer; his fellow-officials were free to bring him to punishment. If the public table of the prytanes did not protect the guilty from attack by his fellow-officers, the table and the salt of the group of ambassadors should be no protection to Aeschines against Demosthenes' attack.... Aeschines declares that the maternal grandmother of Demosthenes was a Scythian."



*

Hestia/Vesta ve Kutsal Ocak



 "Thou hast forsaken thy great oath, the table, and the salt,"
Archilochus


"In the middle of the great living room of the Greek house, the megaron, was a fixed hearth. The fire of this hearth warmed the house on cold days, and over this fire meals were prepared. The fixed hearth was brought to Greece by the Greeks, for in Minoan houses there were only portable fire pots of the sort used for preparing meals in Hellenistic and even in modern times. The sanctity of the hearth is common to the Greeks and the Romans, and it is very probable that the Greek name of the goddess of the hearth, Hestia, and her Roman name, Vesta, are both derived from the same word, although this has been contested.  The sanctity of the hearth is bound up with the fixed hearth. Consequently, the Greeks are responsible for it, not the pre-Greek population, who did not have a fixed hearth. The hearth is the center of the house and the symbol of the family. When Herodotus counts the number of families in a town he counts the hearths.  The hearth was sacred. A suppliant took his place on the hearth, as did Odysseus, Telephus, and Themistocles, because he was protected by its sanctity. People swore by the hearth. The newborn babe was received into the family by being carried around the hearth, a ceremony which was called amphidromia and took place on the fifth day after birth.

The hearth was the center of the house cult and of the piety of daily life. We should remember that while our piety is expressed chiefly in words, by prayers, the piety of the ancients was expressed chiefly by acts. In our schools the day begins with a morning prayer, but in the Greek gymnasia there was a hero shrine at which cult rites were performed. This fact is particularly evident in daily life. Whereas we say a prayer before and after the meal, the Greeks before the meal offered a few bits of food on the hearth and after it poured out a few drops of unmixed wine on the floor. The libation was said to be made to Agathos Daimon, the Good Daemon, the guardian of the house, who appears in snake form. It is not stated to whom the food offering was made, but if someone is to be mentioned it must be Hestia, the goddess of the hearth.

Thus, the hearth was sacred, and the daily meal was sacred. The sanctity of the meal found expression in the rites which accompanied it. It is a widespread custom to regard the meal as sacred. Among many peoples a stranger who has been permitted to take part in a meal is thereby received under the protection of the tribe and becomes inviolable. The meal unites with sacred bonds all who partake of it. One may recall the old Russian custom of offering a distinguished visitor bread and salt before the gates of the city. The same feeling was alive in Greece. "Thou hast forsaken thy great oath, the table, and the salt," the poet Archilochus says reproachfully to someone; and the orator Aeschines asked emphatically of his colleagues by whom he thought he had been deceived: "Where is the salt? where the table? where the drink-offering?" "


Martin Persson Nilsson "Greek Popular Religion" /link



*

Peki Hestia kimdir?

Hestia, parlamentonun koruyucusu olarak görülür ve ayinlerde ona Tuz ile tahıl kurban edilir, masaya da tuz ve ekmek konulur. Homer 'kutsal ocak'tan bahsetmese de, 33 anonim antik dönem Hellen şiirleri "Homeric Hymns" olarak kaydedilmiştir. Daha çok Hellen Tanrılarını anlatan bu şiirleri MÖ 7.yy ila MÖ 5.yy aralığına koyarlar. Delphi'deki 'ocak' tüm Hellenlerin 'merkezi ocağı' olarak kabul edilirken, Hestia'yaya mahsus ilk dairesel yapı da burada inşa edilmiştir. Hestia, İonyalıların "Histie"sinden geçmiştir ve İonyalılar "Grek" değildir!

("the hearth at the temple of Delphi.. communal hearth") - Walter Burkert, 1985


Hestia Kültünün "dışarıdan" geldiği nasılda bellidir. Bugün kim bu kültü devam ettiriyor, Yunanlılar mı Türkler mi?... Hestia-Vesta kültü ne Grek ne de Roma kökenlidir! Kutsal Ocak kavramı Türklere özgüdür ve onlara da İskit ve Etrüsklerden geçmiştir. "Hellenlerin bilmediği dairesel yapı Etrüsklerden Romalılara geçmiştir ve bu tip yapılar sadece Hestia ve Kybele'ye adanmıştır" der Westropp... Ve bu gelenek Türklerle devam etmekte, Od Ana hala beslenmektedir. Ocak'ta evin kutsal merkezidir. Yoksa, Baba Ocağı, Asker Ocağı, Sağlık Ocağı, vs. boşuna denmemiştir!.. /link






Game Of Thrones dizisinde, Frey Hanedanı Starks Hanedanı ile "tuz ve ekmek" paylaşmıştır, Starksların "damat" sözlerini tutmadıkları için ihanete uğramış olarak görür ve "Misafir Hakkı"na rağmen Starkslara ihanet eder ve (Kanlı Düğün sahnesi) kendi evinde misafirlerinin hepsini öldürtür. 

"The Red Wedding, they're calling it. Walder Frey committed sacrilege that day. He shared bread and salt with the Starks. He offered them guest right. The gods will have their vengeance... Frey will burn in the seventh hell for what he did."

Guest Right - Misafir Hakkı
Ne konuk ne de evsahibi birbirlerine zarar vermeyecektir.


SB.